Anasayfa / TÜM HABERLER / KÜLTÜR-SANAT / Dev brandanın altında bir tarih yatıyor! Bir zamanlar Anadolu’da

Dev brandanın altında bir tarih yatıyor! Bir zamanlar Anadolu’da

İbrahim Tatlıses demişti ya “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik” diye…Bırakın Oxford’u, uygarlık tarihinin başladığı yermiş meğer! UNESCO Dünya Mirası listesine alınan Göbeklitepe’de, kazıların koordinatörü Dr. Lee Clare ile  bir gün geçirdik.  12 bin yıllık yapıların arasında insanın gizemli kökenlerini konuştuk.  Atalarımızın dünyaya, kozmosa nasıl baktığını ve insanlığın nereye doğru gittiğini anlamaya çalıştık.

6 BİN YILLIK SÜRECİN RESMİ

Neolitik Devrim, Buzul Çağı’nın sonlarında başlayıp birkaç bin yıl sürüyor. Avcı-toplayıcılar eskisi gibi hareket etmemeye, sedanter yaşamaya başlıyor. Tohum topluyorlar. İlk tarlalarda hafif tarım yapılıyor. Daha sonraysa süt sağma, resimdeki gibi köpeklerin, hayvanların evcilleştirilmesi… Tüm bunlar 6 bin yıla yayılıyor. Göbeklitepe bu sürecin ortasında bir yerde. Sonunda bu alanı terk ediyorlar.

Acayip bir yer burası…

Girişte “Peygamberler şehrine hoş geldiniz” yazıyor.

Hazreti İbrahim’in burada doğduğuna inanılıyor.

Nuh’un gemisi deyince “Büyük Tufan’dan sonra şu Cudi’ye sığındı” diyorlar.

Cennet Bahçesi’nin bir zamanlar Şanlıurfa civarında olduğuna inanan bile var.

İnsanı da acayipmiş.

 Birayı ilk kez burada mayalamış, üzümden şarabı ilk kez burada yapmışlar.

 Kadınlar ateş gibi mavi kobalt tozunu gözlerine ilk kez burada sürmüş.

 Harran’ın astronomları

 Arabadan dışarı bakıyorum.

 Sağ tarafımda yemyeşil, uçsuz bucaksız Harran Ovası…

 Mezopotamya’nın kesişim noktası, ticaretin ve medeniyetin beşiği.

 Şimdi hububat yetiştirilen bu yerde Sabiîler bir zamanlar astronomi kulesi bile kurmuş. Taptıkları Güneş’i, Ay’ı, yıldızları izlemişler.

¡  ¡  ¡

Bu masalsı geçmişin ötesinde Urfa’nın benim için anlamı, babamın doğduğu ve sekiz yaşına kadar yaşadığı yer olması.

Şehre ilk kez 2010’da gelmiştim. Balıklıgöl’ün kenarında gözlerim dolmuştu.

 Babamın dünyaya gözlerini böyle sihirli bir yerde açmasına çok sevinmiştim.

 Bilmiyordum çünkü. Beklediğimden çok daha güzeldi.

 Yıllar sonra dünyanın gündemi oldu Şanlıurfa.

 Göbeklitepe’deki keşifler insanlık tarihiyle ilgili bildiklerimizi değiştirecek önemdeydi.

 Gidip yerinde incelemeye karar verdim.

 Dev brandanın altında bir tarih yatıyor Bir zamanlar Anadoluda

 Dr. Lee Clare –  Çınar OSKAY

Bir garip arkeolog

 Kazı alanına çıkan tesislerde Dr. Lee Clare’le buluşacağız.

 Burayı keşfeden Prof. Klaus Schmidt gibi Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden ama o İngiliz.

 Yeşil, sade bir tişört ve tertemiz gülüşüyle geliyor.

 

Kazının son durumuyla ilgili uzunca bir giriş yapıyor ama bir şey eksik sanki bu konuşmada.

 Hah buldum, kendisini öven tek bir söz yok!

 Öyle alışmışım ki bu tür durumlarda ego saldırısına maruz kalmaya, eksikliğini hissettim doğrusu.

 Tabii bizdeki özgüvenin kimsede olmaması normal.

 Çünkü dünya deviyiz.

 Dünya tarihini değiştirebilecek çanak, çömlek, kazı gibi ayak işlerimizde İngilizleri, Almanları kullanıyoruz.

 ¡  ¡  ¡

 Dr. Clare tuhaf biri.

 Kendini, kurumunu anlatacağına aşağıdaki Örencik Köyü sakinlerini övüyor: “90’lı yıllardan beri kazılarda, ziyaretçi merkezinde, dolmuşlarda onlar çalışıyor. Kazı işini çok iyi biliyorlar. Bir taşı kazarken kurt figürü çıkacağını benden önce anlıyorlar mesela. Onlara hayatımı bile emanet ederim.”

 Ziyaretçi merkezindeki video sunumları, çizimleri inceliyor, sonra yukarı, kazı alanına çıkıyoruz.

 Dev brandanın altında bir tarih yatıyor Bir zamanlar Anadoluda

 Sevimli bekçiler

Girişte iki köpek beliriyor.

 Kurt ve Silex (Almanca çakıl taşı demekmiş).

 Yıllar önce tepeye kazı ekibiyle bir çıkmış, pir çıkmışlar.

 Ortak tarihimizi koruyor gibiler.

 İnsanlar avlana avlana bir noktada, bu bölgede vahşi hayvan kıtlığı yaratmış.

 Göbeklitepe’yle ilgili bir kitap yazan Karl W. Luckert (‘Göbekli Tepe’, Alfa Yayıncılık, çeviren: Leyla Tonguç Basmacı), köpeklerin bu kıtlığı 3-5 bin yıl önceden hissettiğini, hayatta kalabilmek için insanlarla dost olduklarını yazıyor.

 Yılanların zehrini sağıp mızrakların ucuna süren, bıçaklarla leşleri bir kurttan bile iyi kesen, hayvanların en entrikacısı insana yanaşmışlar.

 Onlar da bizi vahşi hayvanlara karşı uyarmış, avlarda rehberlik hizmeti vermiş.

 Yani tamamen yozlaşmış, karşılıklı çıkar ilişkisi!

 Kedi öyle değil, daha kişilikli. Çünkü kertenkele yer, kelebek öldürür. Bir tür seri katil.

 Göbeklitepe’de tek bir kedi yok. Çıkarı yok çünkü.

 Bir de sevimli, iki hareketle Urfa’daki bütün kebapçıları tavlamış, yan gelip yalanıyorlardır şu an.

 Anlayacağınız, doğanın dengesi bu hayvanları da bozmuş, kafadan kontak yapmış. 

¡  ¡  ¡ 

Kurt ve Silex’in rehberliğinde tepenin alt ucuna geliyoruz. 

Kireçtaşından insan göbeğini andıran bir tepe bu.

Mars’ın yüzeyine benziyor sanki.

 Chicago Üniversitesi’nden Peter Benedict, 1963’te dikilitaşları “Bizans’tan kalma küçük mezarlıklar” diye geçirmiş kayda.

 Aklı havsalası almamış bu anıtların avcı-toplayıcılara ait olabileceğini.

 Gazetecilik tabiriyle haberi atlamış, hem de uzun atlamış.

 1994’te ayağı takılan Şavak ve İbrahim Yıldız kaderini değiştirmiş buranın.

 Batı basını “Tarihi değiştiren Kürt çoban” diye anlatmış.

 Bizi gezdiren akrabaları Eyüp Yıldız, “Çoban değil, tarlanın sahipleriydi” diye düzeltiyor.

 1994’te Heidelberg Üniversitesi’nden Klaus Schmidt incelemeye gelmiş sonunda.

 Elif Batuman’ın New Yorker’daki nefis yazısından öğrendim: Schmidt gençliğinde kafayı paleolitik mağara sanatına takmış.

 Hayatını Bavyera’da, Fransa’daki kadar eski mağara resimleri bulmaya adamış. Ama hiç bulamamış.

 Mağaraları incelediği için arkeolojinin yanı sıra jeoloji de okumuş.

 O sayede, Göbeklitepe’yi görür görmez, insan yapısı bir tepe olduğunu hemen anlamış.

 T şeklindeki dikilitaşların ucuna biraz baktığında ise dünyası değişmiş.

 Hayatının en önemli anını şöyle anlatıyor: “Gördükten birkaç dakika sonra iki seçeneğim olduğunu anladım. Ya derhal buradan uzaklaşacak, kimseye bir şey söylemeyecektim ya da hayatımın geri kalanını burada geçirecektim.”

 

Neyse ki ikinciyi seçmiş ve Urfa’ya taşınmış. Çünkü bu tepe, Gaziantep-Mardin karayolu için taşocağı ilan edilmek üzereymiş! Dev brandanın altında bir tarih yatıyor Bir zamanlar Anadoluda

 Ufukta Harran Ovası’nın arkasında Suriye… IŞİD’in biraz ötede, Palmira’da yaptığının benzerini burada da gördük. İki büyük dikilitaşta hasar var. Dr. Clare, “Bilerek yapılmış. Belli ki yeni gelenler bunları tehdit olarak görmüş” diyor. Ne çok ilerlemişiz Taş Devri’nden beri!  (Fotoğraf: Murat ŞAKA)

İktidar sembolü falluslar

Kazı alanı, dev bir brandanın altında güneşten ve yağıştan korunuyor.

Etrafındaki platformda yürüyerek yapılara bakıyoruz.

İç içe geçmiş daireler… 5-7 metrelik dev dikilitaşlar… Tilki, kuş, kafası kesilmiş insan ve penis resimleri…

“Nedir bunlar?” diye soruyorum.

“Erekte insan penisi çok gördüğümüz bir figür. Penis temsili olan falluslar her yerde. Çok güçlü erkek sembolizmi var” diyor Dr. Clare.

◊ Anlamı ne bunun?

– Üremeyle ilgili değil bence çünkü toprak ana, ana tanrıça yok. Falluslara ‘penis yedeği’ diyorlar. Erkek gücünün, iktidarın sembolü.

◊ Nasıl bir yerdi acaba burası iyi günlerinde?

– Binalar eskiden renkliydi. Boya pigmentleri bulundu. Hatta binaları hayvan kürkleriyle giydirmiş olabilirler. Dikilitaşları koruyan bir çatı, içeriyi aydınlatan meşaleler vardı belki.

◊ Ne yapıyorlardı burada?

– Ritüeller için trans halinde, uyuşturucu etkisinde olmaları mümkün. Ama sosyal boyutu da vardı. Toplantılar yapılıyordu.

¡  ¡  ¡

Göbeklitepe avcı-toplayıcıların inşa ettiği bu ölçekteki tek yer.

Buradaki rahipleri, şamanları, işçileri, ziyaretçileri beslemek gerekiyordu.

Hatta Schmidt, tarımın bu sebeple başladığına ikna olmuştu.

Bu, tarımın dini ortaya çıkardığını söyleyen anlayışı altüst ediyordu.

Göbeklitepe’nin esas devrimi buydu.

 Kimse tarım bulunmadan önce yaşayan avcı-toplayıcıların böyle bir yeri yaratabileceğini düşünemezdi.

 Öyle böyle bir sıçrama değildi bu.

Stonehenge’den 7 bin, Mısır piramitlerinden 7 bin 500 yıl eskiydi burası!

Dr. Clare, Göbeklitepe için ‘tapınak’ ve ‘din’ terimlerini kullanmıyor: “Ben ‘anıt bina’yı tercih ediyorum. Bir buluşma, toplantı yeri. Avcı-toplayıcılıktan çiftçiliğe geçişin zorluklarını konuşuyorlardı. Nüfus büyüyor, bazı insanlarda varlık birikiyor, hiyerarşiler başlıyor…”

 Dev brandanın altında bir tarih yatıyor Bir zamanlar Anadoluda

Kazı koordinatörü Dr. Lee Clare, Göbeklitepe için ‘tapınak’ ve ‘din’ terimlerini kullanmıyor: “Ben ‘anıt bina’yı tercih ediyorum. Bir buluşma, toplantı yeri.”

O zamanın Instagram’ı

 Avcı-toplayıcıların bizden fiziksel, zihinsel farkı yoktu. Konuşup tartışabiliyorlardı. Ama kritik bir eşiğe gelindi.

 ‘Dunbar sayısı’ diye bir olgu var. Oxford profesörü Robin Dunbar bulmuş. İnsan beyninin korteksi bir anda en çok 150 kişiyle uğraşabiliyor. Topluluk bu sayıyı aşıyorsa başaramıyor.

 Göbeklitepe’de rakam 150’yi geçiyor ve bu kitleyi organize edebilecek mekanizmalar gerekiyor.

 Bu gizemli yapılar o zamanın Instagram’ı, Facebook’u gibi… Yüzlerce kişiyi bir arada tutan bir sistem… Taşlardaki hayvan imajları birtakım öyküler.

 “Nesillerce anlatılan kuruluş mitleri olabilir” diyor Dr. Clare.

 National Geographic, Haziran 2011’de ‘Dinin Doğuşu’ kapağıyla anlatmıştı burayı.

 Dr. Clare ise “Din için rahiplerin yaşaması, tapınağın bir ekonomisinin olması gerekir. Bunu Bronz Çağı’na kadar görmüyoruz. Ama muhtemelen burayı terk etmeselerdi dine dönüşecekti” diyor.

 “Neden gittiler peki?” diye soruyorum.

 “Hayvanların peşinden kuzeye gitmek zorunda kaldılar. Buradan ayrılanlar totemlerini gizlemek istemiş olabilir. Burayı gömmüş olabilirler” diyor.

Göbeklitepeliler burayı terk ediyor ve tarıma, çiftçiliğe başlıyor.

Buna ‘Neolitik Devrim’ diyoruz. MÖ 10 bin yıllarında, burada, Fırat’la Dicle’nin arasındaki ‘Bereketli Hilal’de ortaya çıkmış.

Klaus Schmidt’e göre bu devrim, Göbeklitepe’ye gelenlerin gıda ihtiyacı sonucu doğmuş. Yani burası bir bakıma uygarlığın merkezi. 

Dev brandanın altında bir tarih yatıyor Bir zamanlar Anadoluda

National Geographic’in 2011’deki ‘Dinin Doğuşu’ kapağı.

Farklı teoriler var ve acı olan şu: Gerçekleri tam manasıyla hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

O yüzden ben de tartışmaya kişisel katkı yapma hakkına sahibim!

Etrafı iyice inceledim. İnsan konu arkeoloji olunca, tüm bulgulara yüce, kutsal unsurlarmış gibi yaklaşıyor. Eski TRT 2 programlarındaki gibi bir üslupla yorumlamaya çalışıyor.

Oysa çizimlere dayalı olarak yaptığım analiz şu: Atalarımız burada ufak ufak tıngırdatmaya başlamış.

 Kazlar, uçan tilkiler, kafası kesilmiş insanlar ve en acısı her yer penis!

Gerçi ben de ortaokulda sürekli penis çizer, o kâğıtları arkadaşlarımın kafasına atardım ama insan atalarından biraz ciddiyet bekliyor.

Tek umudum, Dr. Clare’in dediği gibi bunları uyuşturucu tesiri altında yapmış olmaları.

 Eğer bu anlatıyı bir akil kişiler heyeti tasarladıysa işimiz kolay değil.

Cennet Bahçesi dünyada mıydı?

Kazı alanının en üst noktasına, tepeye varıyoruz. Tek başına bir karadut ağacı var.

 360 derece manzarasıyla Karacadağ’a, Cudi’ye, Nemrut’a, yemyeşil Harran’a, Suriye’ye bakan bir kartal yuvası. Güneş, koyu yeşil zeytin ağaçlarına vuruyor. Hiç nem yok, 40 derece sıcağa rağmen bir damla terlemiyor insan.

 Kitabı Mukaddes’e göre Cennet Bahçesi, Hayat Ağacı’nın kökünden çıkan bir kaynağın beslediği tek bir nehirden sulanıyordu. Bu nehrin üçüncü ve dördüncü kolu Dicle ile Fırat’tı (Yaratılış 2:10-14).

Cennet burası olabilir mi? Âdem ile Havva’nın yasak meyvesini yediği, sonra utançlarını örtmek için yaprağını kullandığı, buradaki ağaçlardan biri olabilir mi?

Bu nefis manzarada Dr. Clare’le güneşi batırıyoruz. Takılıyorum:

◊ Bir kadeh bir şeyler olsa fena mı olurdu!

– Maalesef aşağıdaki tesiste içki satılmıyor ama neolitik dönemde vardı.

 ◊ Nasıl yani?

 – Bazı taşlarda yabani arpaya, fermentasyon izine rastlandı. Burada bir tür bira yapıyorlarmış.

 Öyle özlemle anlatıyor ki soruyorum:

 ◊ Tanrı “Bir soru hakkın var, cevaplayacağım” dese burayla ilgili neyi sorardınız?

 – MÖ 9100’de burada bir saatimi geçirmek isterdim. Kimse fark etmeden notlar alır, fotoğraf çekerdim. Arkeolojinin cevaplayamadığı o kadar çok soru var ki…

 ◊ Ne mesela?

 – Çatılar nasıldı? İçeri kim giriyordu? Binaların etrafında ne oluyordu? Burada kaç kişi yaşıyordu? İşleri, görevleri neydi? Hepsini bir saatte öğrenebilirdim.

 ◊ Çok ilginç, ben olsam hayata bakışlarını filan sorardım.

 “A, konuşabiliyor muyuz” diye şaşırıyor.

 O kadar doğuştan bilim insanı ki! Tanrı ona bu hakkı vermiş, o hâlâ gidip not alıyor, rahatsız etmek istemiyor geçmişi!

 Arkeolojinin altın zamanlarında, kazma-kürek dalarlar, birçok şeye de zarar verirlermiş. Artık karınca hızıyla ilerliyorlar, buna ‘mikroarkeoloji’ diyorlar.

 “Burada keşfedilmeyi bekleyen çok şey var mı daha?” diye soruyorum. “Çok var” diyor, “ama hepsini kazamayacağız. Gelecek nesillerin çok daha hassas teknolojileri olacak. Onlara bırakmak en iyisi.”

 Dev brandanın altında bir tarih yatıyor Bir zamanlar Anadoluda

Nereden geldik, nereye gidiyoruz?

 Tarihöncesi devirleri insanın hür, mutlu günleri olarak gören bir bakış var. Göbeklitepe’de böyle bir şey olduğunu sanmıyorum. Tersine, insanları kontrol etme mekanizmalarının başlangıcı gibi sanki.

 Bence umut geçmişte değil, önümüzde hâlâ… Yıllarca sabırla toprağı kazan, iyi kalpli bir arkeoloğun gözündeki ışıkta.

 Aklımızla, vicdanımızla doğanın, tarihin dayattığı acımasızlığı aşabileceğimize inanan insanlarda…

 Evrim denilen döngü bu iyi insanların sayısını da azaltıyor olabilir mi?

 Böyle giderse bizim üzerimiz de bir gün toprakla, külle örtülür mü?

Göbeklitepe’nin gizemli sessizliği içimi ürpertiyor.

 Sonunda Urfa’da kürekle yediğim ‘balcan kebabı’yla kendime geliyor, bu manasız düşüncelerden kurtuluyorum.

Advert

İlginizi Çekebilir

Yaşar ve Beyaz ailesinin mutlu günü

Şanlıurfa Kasr-ı Saadet düğün salonunda iş adamı Abdurahman Yaşar'ın oğlu Yusuf Yaşar Ak parti Eyyübiye …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

pendik escort bayan